I. GİRİŞ: AİLE HUKUKUNDA DENGENİN BOZULMASI VE ERKEK HAKLARI TARTIŞMASI
Türk aile hukukunda son yirmi–otuz yılda yaşanan dönüşüm, yalnızca boşanma istatistikleri veya nafaka dosyalarındaki artışla sınırlı değildir. Daha derin ve yapısal bir değişimden söz etmek gerekir. Başlangıç noktası, hiç şüphesiz, kadınların tarihsel olarak maruz kaldığı ekonomik ve sosyal dezavantajları gidermek amacıyla getirilen pozitif ayrımcılık mekanizmalarıdır. Ancak bugün gelinen aşamada, bu mekanizmaların önemli bir kısmı eşitlik ilkesinin makul sınırlarını aşan, giderek erkek aleyhine işleyen ve aile kurumunun bütünlüğünü zedeleyen bir yapıya dönüşmüştür.
Özellikle Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin belli bir dönem boyunca, Türk Medeni Kanunu’nun çizdiği çerçeveyi de genişletecek nitelikte verdiği kararlar, uygulamada kadın–erkek eşitliği ilkesini aşan bir pozitif ayrımcılık alanı yaratmıştır. Kadın haklarına ilişkin konuların medya tarafından yoğun biçimde işlenmesi ve toplumsal psikolojiyi şekillendirmesi sonucunda, orantısız ve ölçüsüz pozitif ayrımcılık uygulamaları olağan hâle gelmiştir. Bu durum, gerçek anlamda mağduriyet yaşayan erkeklerin sorunlarının kamuoyunda görünmez kalmasına; buna paralel olarak mevzuat çalışmalarının ve uygulama politikalarının da bu alanda gelişmemesine yol açmıştır.
Başta Türk Medeni Kanunu (TMK), İcra ve İflas Kanunu (İİK), 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve 7343 sayılı Kanun olmak üzere, aile ilişkilerini düzenleyen normlar, kağıt üzerinde kadınların korunması, çocukların üstün yararı ve aile içi şiddetle mücadele gibi meşru ve zorunlu amaçlara dayanmaktadır. Ancak bu normların uygulama biçimi, özellikle erkekler bakımından, şu sonuçlara yol açmaktadır:
– Boşanma sonrası süresiz yoksulluk nafakası altında ömür boyu ekonomik baskı riski,
– Çocukla kişisel ilişki kurma hakkının, velayet sahibi ebeveyn tarafından bir tür manevi şantaj ve maddi kazanç aracına dönüştürülmesi,
– Nafaka borcundan veya çocuk teslimine ilişkin kararlara aykırılıktan dolayı tazyik hapsi tehdidi altında sürekli cezai baskı,
– 6284 sayılı Kanun çerçevesinde “koruma” gerekçesiyle alınan kararlar sebebiyle konuttan uzaklaştırma, iletişim yasağı, itibar zedelenmesi ve fiili sosyal tecrit.
Bu tablo, zamanla, “kadın hakları” söyleminin yanına, “erkek hakları” kavramının da kendiliğinden yerleşmesine yol açmıştır. Zira erkekler açısından bakıldığında, pozitif ayrımcılık mekanizmalarının pek çoğu, artık düzeltici veya dengeleyici tedbir olmaktan çıkmış; sistematik hak kaybı doğuran, kalıcı ve yapısal bir yük haline gelmiştir. Özellikle kısa süreli evliliklerde bile süresiz nafaka tehdidi, çocuğu görememenin yarattığı ağır manevi yıkım, her an icra tehdidi ve tazyik hapsi tehdidi altında yaşama hali, erkeklerde yargıya yönelik güven duygusunu zayıflatmakta, aile kurumuna dair beklentileri ve evlilik motivasyonunu ciddi şekilde azaltmaktadır.
Pozitif ayrımcılık, teoride, dezavantajlı konumdaki tarafı belirli sınırlar içinde korumayı hedefler. Ancak uygulamada ortaya çıkan tablo; nafaka, velayet, çocuk teslimi ve 6284 tedbirleri bir araya geldiğinde, hukuki ağırlığın neredeyse tek taraflı olarak kadın lehine, erkek aleyhine yığıldığı bir sistem üretmektedir. Koruma amacıyla getirilen hızlı ve sert mekanizmalar, birçok dosyada fiilen şu şekilde işlemektedir: Kadının beyanı, acil koruma gerekçesiyle hızla esas alınmakta; erkek, savunma imkânını çoğu kez sonradan, zarar ortaya çıktıktan sonra kullanabilmektedir. Bu da “salt beyanla erkek aleyhine işlem yapılması” algısını güçlendirmekte; erkekler bu yapıyı, “kontrolsüz güç verilmiş, denetimsiz bir koruma rejimi” olarak deneyimlemektedir.
Diğer yandan, aile kurumu da bu dengesiz yapıdan bağımsız düşünülemez. Ekonomik yükün büyük ölçüde tek taraflı olarak erkeğin omzuna bırakıldığı, çocukla kişisel ilişkiye erişimin sürekli bir mücadele ve tehdit alanına dönüştüğü, her tartışmanın potansiyel olarak 6284 tedbirine, uzaklaştırmaya, adli kontrol veya tazyik hapsine bağlanabildiği bir düzende, evlilik bağı artık tarafların karşılıklı güven ve dayanışmasına değil, çoğu zaman hukuki risk hesaplarına dayanır hale gelmiştir. Bu durumda, “korumak” amacıyla tasarlanan sistemin, uzun vadede aileyi zayıflatan, boşanmayı hızlandıran, evlilikten kaçınmayı teşvik eden sonuçlar doğurduğunu söylemek abartı değildir.
Bu makalede, tam da bu çelişkili tabloyu, erkek hakları perspektifini dışlamadan, ancak hukuk tekniğinden de kopmadan analiz etmeyi amaçlamaktadır. TMK’daki süresiz yoksulluk nafakası rejimi, İİK ve 7343 sayılı Kanun ile şekillenen nafaka – çocuk teslimi – tazyik hapsi üçgeni ve 6284 sayılı Kanun kapsamındaki zorlama hapsi uygulamaları, hem normatif çerçeve hem de Yargıtay içtihatları dikkate alınarak değerlendirilecektir. Amaç, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi ve çocuğun korunmasını tartışmaya açmak değil; bu meşru amaçların, erkekler üzerinde ölçüsüz ve kalıcı hak kayıplarına yol açmayacak, aile kurumunu dağıtmak yerine güçlendirecek şekilde nasıl yeniden dengelenebileceğini ortaya koymaktır.
Bu incelemede sıkça kullanılacak bazı kavramlar kısaca şöyle özetlenebilir: Yoksulluk nafakası, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek tarafa hükmedilen ve uygulamada süresiz niteliğiyle eleştirilen nafaka türüdür. İştirak nafakası, çocuğun giderleri için velayet kendisinde olmayan ebeveyne yüklenen mali katkıdır. Tazyik hapsi, nafaka borcunu ödememe, çocuk teslimi kararına uymama veya tedbir kararını ihlal etme durumlarında uygulanan, asıl amacı cezalandırmak değil, yükümlülüğü yerine getirmeye zorlamak olan hürriyeti bağlayıcı tedbirdir. “Salt beyan” ifadesi, özellikle 6284 sayılı Kanun’da acil koruma sağlamak için mağdur anlatımına tanınan önceliğin, uygulamada delil zincirinden kopuk şekilde değerlendirilmesi eleştirisini yansıtır. Ebeveyn yabancılaştırma (PAS) ise, çocuğun bir ebeveyn tarafından sistematik biçimde diğer ebeveyne karşı olumsuz koşullandırılması hâlidir ve temelde çocuğun menfaatini ağır biçimde zedeleyen bir psikolojik şiddet biçimidir.
Kadınların korunması amacıyla getirilen tedbirlerin meşru varlığı kabul edilmekle birlikte, bu tedbirlerin eşitlik, ölçülülük ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde yeniden düşünülmesi zorunlu hale gelmiştir. Buna göre; süresiz nafaka rejimi, çocukla kişisel ilişki ve velayet uygulamaları ile tazyik hapsi rejimi, hem erkek hakları hem de aile kurumunun sürdürülebilirliği perspektifinden ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
II. SÜRESİZ YOKSULLUK NAFAKASI SORUNU
Yoksulluk nafakası, Türk Medeni Kanunu’nun 175. maddesiyle düzenlenen ve boşanma sonrasında mali olarak zayıf durumda kalan tarafı korumayı amaçlayan bir kurumdur. Kanunun amacı, ekonomik olarak dezavantajlı duruma düşecek tarafın (çoğunlukla kadın) boşanma sonrası hayatını sürdürebilmesi için bir geçiş dönemi desteği sağlamaktır. Ancak uygulamada ortaya çıkan sonuç, kanunun öngördüğü “geçici koruma” mantığından önemli ölçüde uzaklaşmış; nafakanın fiilen ömür boyu devam eden bir mali yük ve bir tür sivil yaptırım haline gelmesine yol açmıştır.
Kanunun lafzı, yoksulluk nafakasının “süresiz” olarak hükmedileceğini açıkça belirtir. Bu süresizlik, teoride nafaka alacaklısının ekonomik bağımsızlığını kazanması halinde sona erdirilebilecek bir mekanizma olarak tasarlanmış olsa da, uygulamada nafakanın kaldırılması koşulları oldukça ağır ve ispatı güç olduğundan, “süresiz nafaka” neredeyse başlangıçtaki amaçla bağdaşmayan kalıcı bir borç türüne dönüşmüştür. Özellikle kısa süreli evliliklerde bile uzun yıllar boyunca nafaka ödenmesi zorunluluğu, toplumda “hakkaniyet duygusu”nu zedeleyen temel bir noktadır.
Süresiz nafakanın eleştirildiği noktalardan ilki, yükümlü tarafın (çoğu zaman erkek) ekonomik hayatı üzerinde yarattığı baskıdır. Boşanma sonrasında kişinin yeniden bir düzen kurması, kira, nafaka, yeni aile sorumlulukları ve günlük geçim masrafları ile birleştiğinde, nafaka borcu bir finansal tıkanma ve gelecek kaygısı kaynağına dönüşmektedir. Bu durumun özellikle orta ve alt gelir gruplarındaki erkekler üzerinde çok daha ağır sonuçlara yol açtığı görülmektedir. Uygulamada erkeklerin önemli bir kısmı, düşük gelirle çalışırken yıllarca nafaka ödemek zorunda kalmakta; ekonomik olarak nefes alma imkânı bulamadan sürekli bir mali baskı altında yaşamaktadır.
Bu baskının sürekliliği, nafakanın “geçim hakkı” ile değil, çoğu dosyada “ödetme mantığı” ile algılandığı bir psikolojik atmosfer yaratmaktadır. Taraflar arasındaki duygusal gerilim, boşanma sonrası ekonomik destek mekanizmasının amacını bulanıklaştırmakta, nafakanın bir tür sosyal ceza haline gelmesine yol açmaktadır. Bu noktada süresiz nafaka, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir adalet tartışmasına dönüşmektedir. Erkekler, ekonomik hayat boyunca sürecek bu yükümlülüğü, devlet tarafından dayatılan bir “sorumluluk değil, ceza” olarak algılamaya başlamaktadır.
Nafakanın kaldırılmasına ilişkin TMK m. 176 düzenlemeleri, teoride nafaka alacaklısının yeniden evlenmesi, ölüm, yoksulluğun ortadan kalkması veya fiilen evli gibi yaşaması gibi durumlarda nafakanın sona erdirilebileceğini öngörse de, bu sonlandırma mekanizmaları uygulamada çok sınırlı işlemektedir. Özellikle “fiilen evli gibi yaşama” veya “haysiyetsiz hayat sürme” gibi koşulların ispatı, hem özel hayatın gizliliğiyle çelişmekte hem de delil elde etme zorlukları nedeniyle çoğu zaman imkânsız hale gelmektedir. Dolayısıyla nafaka yükümlüsü, ispat yükünün ağırlığı sebebiyle, fiilen sona ermesi gereken nafakanın devam etmesi gibi mantıksız ve adaletsiz bir durumla karşı karşıya kalmaktadır.
Yargıtay’ın yerleşik içtihatları, süresizliğin mutlak olmadığını belirten bazı kararlar içerse de, bu kararların çoğu istisnai niteliktedir. Uygulamanın genel seyrinde, nafaka alacaklısı asgari ücret seviyesinde de olsa bir gelir elde ettiğinde bile hâlâ “yoksul” kabul edilmekte; buna karşılık nafaka yükümlüsünün geliri çok sınırlı olsa bile ödeme gücüne dair daha yüksek bir beklenti içine girilmektedir. Bu ikili yaklaşım, taraflar arasındaki ekonomik değerlendirmenin objektif ölçütlerden uzaklaşmasına, nafaka yükümlüsünün ise daha baştan dezavantajlı konuma yerleştirilmesine neden olmaktadır.
Burada dikkat çeken bir başka sorun da, süresiz nafakanın yeni hayat kurma özgürlüğünü sınırlamasıdır. Boşanmış bir erkeğin yeniden evlenmek, çocuk sahibi olmak, birikim yapmak veya yaşam standardını iyileştirmek gibi temel yaşam planları, sürekli bir nafaka ödemesi sebebiyle çoğu zaman ertelenmekte veya tamamen imkânsız hale gelmektedir. Öte yandan nafaka alacaklısının kendi hayatını yeniden kurması üzerinde böyle bir kısıtlayıcı etki bulunmamaktadır. Bu asimetri, pozitif ayrımcılık amacıyla getirilen sistemin artık makul sınırlarını aşarak erkek üzerinde ömür boyu devam eden bir hukuki ve ekonomik kısıtlama yarattığını göstermektedir.
Toplumsal düzeyde bakıldığında süresiz nafakanın, evlilik ve aile kurma motivasyonunu azaltan bir etkisi olduğu da inkâr edilemez. Birçok erkek, boşanma halinde ömür boyu nafaka ödeme riski nedeniyle evlilikten kaçınmakta veya evliliği finansal bir tehlike olarak görmektedir. Bu durum, aile kurumunun geleceğini doğrudan etkileyen ve uzun vadede toplumun sosyal dokusuna zarar veren bir sonuç yaratmaktadır. Ekonomik koşullar, evlilik yaşının yükselmesi ve doğurganlık hızının düşmesi gibi mevcut trendlerle birleştiğinde, süresiz nafaka kurumu aile yapısını daha da kırılgan hale getirmektedir.
III. ÇOCUK İLE KİŞİSEL İLİŞKİNİN ENGELLENMESİ, VELAYETİN KÖTÜYE KULLANILMASI
Boşanma sonrası dönemde en hassas ve en kırılgan konulardan biri, hiç şüphesiz, çocuğun her iki ebeveynle kuracağı ilişkinin sağlıklı biçimde devam etmesidir. Ancak Türkiye’de aile hukukunun pratik işleyişine bakıldığında, bu ilişkinin çoğu zaman hukuki bir hak olmaktan çıkıp, taraflar arasındaki çekişmenin en sert şekilde yaşandığı bir alana dönüştüğü görülmektedir. Özellikle velayeti elinde bulunduran tarafın (istatistiksel olarak çoğunlukla anne), çocuğu göstermeme, gösterme günlerini aksatma veya çocuğu psikolojik olarak diğer ebeveynden uzaklaştırma davranışları, hem çocuğun menfaatini zedeleyen hem de babaya karşı bir güç unsuru olarak kullanılan yaygın bir sorundur.
Bu durum, iştirak nafakasının da devreye girmesiyle birlikte, birçok dosyada şu algıyı güçlendirmektedir: Nafakayı alan taraf, hem velayetin verdiği üstünlük hem de çocuğu gösterip göstermeme üzerindeki fiili yetki ile bir ekonomik ve psikolojik üstünlük kurmaktadır. Çocukla kişisel ilişki hakkı, hukuken çocuğun en temel hakkı olmasına rağmen, uygulamada çoğu zaman anneden alınan bir “izin” gibi değerlendirilmekte; baba, çocukla bağ kurmak için karşı tarafın rızasına bağımlı hale getirilmektedir.
Bu tablo, hukuk tekniğindeki sorunlardan ziyade, sosyolojik bir dönüşüme işaret etmektedir. Velayeti alan taraf, çocukla görüşmeyi engelleyerek bir yandan manevi bir baskı uygulamakta, diğer yandan iştirak nafakasının kesintiye uğramamasını ya da ileride velayetin kendisinden alınmamasını sağlamak amacıyla çocukla görüşme hakkını bir tür “kontrol mekanizması” olarak kullanabilmektedir. Bu durum, erkeklerin boşanma sonrası en ağır yaşadığı travmalardan birini oluşturur: Çocuğundan koparılmak.
Gerçekte ise iştirak nafakası, hukuken annenin değil, çocuğun hakkıdır.
Uygulamada karşılaşılan bir diğer sorun da ebeveyn yabancılaştırma (PAS) olarak adlandırılan davranış biçimidir. Çocuğun diğer ebeveyne karşı bilinçli şekilde nefret ettirilmesi, psikolojik baskı altında tutulması veya babanın kötü biri olduğuna inandırılması, velayetin en ağır şekilde kötüye kullanılma biçimlerinden biridir. Ancak PAS’ın ispatı, bilimsel altyapı eksikliği, uzman raporlarındaki standartların belirsizliği, bilirkişilerin matbu evrak doldurma alışkanlıklarından kurtulamaması ve mahkemelerin bu konudaki ihtiyatlı yaklaşımı nedeniyle oldukça zordur. Bu sebeple birçok baba, yıllarca süren davalara rağmen çocuğuna ulaşamaz; çocuk, bir tür “tek taraflı anlatımın şekillendirdiği gerçeklik” içinde yetişir.
Türkiye’de bu sorunu çözmek amacıyla 7343 sayılı Kanun ile çocuk teslimi sisteminde köklü bir değişiklik yapılmış; icra memurları yerine Adli Destek ve Mağdur Hizmetleri (ADM) Müdürlükleri devreye sokulmuş, pedagog ve psikolog desteği zorunlu hale getirilmiştir. Bu düzenlemenin amaçladığı şey, çocuk üzerindeki travmayı azaltmak ve teslim sürecini profesyonel bir çerçeveye taşımaktır. Ancak yeni sistem, çocuğu teslim etmeyen ebeveyne altı aya kadar tazyik hapsi öngörerek, bu alanda önceki dönemden daha sert bir yaptırım oluşturmuştur. Teorik olarak bu yaptırım, çocuğu göstermeme eylemini engellemek için güçlü bir araçtır. Fakat pratikte, velayeti alan ebeveynin “çocuğun istemediği” gibi muğlak beyanlarla süreci geciktirmesi hâlâ mümkündür. Bu da, yaptırımın caydırıcı etkisini azaltmakta ve babanın çocukla ilişki kurma hakkını güvence altına alma konusunda beklenen sonucu üretmemektedir.
Buradaki temel sorun, hukukun velayet sahibi ebeveyne fiilen geniş bir alan bırakmasıdır. Çoğu zaman çocuğu gösterip göstermeme, karşı tarafla yaşanan duygusal çekişmenin bir devamı olarak kullanılır. Boşanma sonrası psikolojik savaşın en acımasız silahı, çoğu kez çocuğun kendisi olur. Ve bu silah, yalnızca babayı değil, uzun vadede çocuğu da derin bir travmanın içine sürükler.
Bu güç asimetrisi, baba açısından yalnızca bir “görüşme hakkı kaybı” değil, aynı zamanda kimlik ve aidiyet duygusunun yaralanması anlamına gelir. Babalar, çocuğuyla bağ kuramamakla birlikte, aynı zamanda nafaka ödemeye devam etmek zorundadır. Devlet açısından bir ihlal yoktur; sistem çalışmaktadır. Ancak fiilen yaşanan şey, taraflardan birinin tamamen dışlandığı, diğerinin ise çocuğu hem duygusal hem ekonomik bir alan olarak tek başına yönettiği bir dengedir.
İşte bu noktada erkekler arasında giderek güçlenen bir algı vardır: “Babalık hukuken tanınan ama pratikte değer görmeyen bir roldür.” Çocuğun menfaatini korumak amacıyla tasarlanan mekanizmalar, çocuğun iki ebeveynle bağ kurma hakkını korumak yerine, çoğu durumda “fiili tek ebeveynli sistem” yaratmaktadır.
Nafaka, velayet ve çocuk teslimi alanlarının kesişiminde ortaya çıkan bu tablo, yalnızca hukuki bir sorun değil, aynı zamanda derin bir toplumsal mesele haline gelmiştir. Babaların çocuklarıyla sağlıklı ilişki kurabilmesi, hem çocuğun psikolojik gelişimi hem de aile kurumunun geleceği açısından hayati önem taşır. Bu nedenle sistem, velayetin kötüye kullanılmasını engelleyen, PAS’ı daha net tanımlayan, çocuğun görüşme hakkını güvence altına alan ve bu hak ihlal edildiğinde hızlı, etkili ve gerçekçi sonuç doğuran mekanizmalarla yeniden yapılandırılmalıdır.
IV. NAFAKA BORCUNA BAĞLI TAZYİK HAPSİ
Boşanma sonrası yükümlülüklerin en sert ve en ağır sonucu, kuşkusuz nafaka borcunun ödenmemesi durumunda uygulanan tazyik hapsidir. Türk hukukunda borçtan dolayı hapis cezası bulunmadığı iddia edilse de, nafaka borcu bu genel ilkenin dikkat çekici istisnasını oluşturur. İcra ve İflas Kanunu’nun 344. maddesi gereği nafaka borcunu ödemeyen borçlu üç aya kadar hapisle cezalandırılabilir. Bu uygulama, pratikte çoğu zaman şöyle sonuçlanır: Nafaka borcu ödenmediği sürece özgürlük sınırlandırılır; borç ödendiği anda hapis sona erer.
Bu yönüyle nafaka borcu, hukuken bir “aile hukuku yükümlülüğü” gibi görülse de, uygulamada bireyin temel hak ve özgürlüklerini doğrudan etkileyen, hatta kısıtlayan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu durum özellikle erkekler açısından, boşanma sonrası hayatlarını sürekli bir cezai tehdit altında yaşamalarına sebep olur. Zira nafaka borcunun birikmesi, ödeme tarihinin kaçırılması ya da ödeme gücünün zayıflaması hâlinde karşılarına çıkan şey bir icra takibi değil, çoğu zaman hapis tehdididir.
Buradaki temel sorun, tazyik hapsinin “zorlama” amacı taşıdığı ifade edilse de, gerçek hayatta bu hapsin çoğu zaman fiilî bir cezalandırma mekanizması olarak işlemesidir. Borçlu hapse girdiğinde borç ortadan kalkmaz; birikmiş nafaka borcu, iş kaybı riski, sabıka algısı ve toplumsal itibarsızlaşma gibi sonuçlarla birleştiğinde, bu yükümlülük kişiyi daha da zor bir ekonomik çıkmaza sürükler. Erkekler açısından bu tablo, “borçtan dolayı hapis yoktur” ilkesinin uygulanmadığı tek alanın nafaka borcu olduğu gerçeğini pekiştirir.
Ayrıca tazyik hapsine giden süreçte, borçlunun ödeme gücünü ispatlama yükü de oldukça ağırdır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre, nafaka borcunun ödenmemesinde “kasıt” aranır; ancak bu kasıt kavramı geniş yorumlanır. Örneğin işsiz kalmak, gelir kaybı yaşamak, hastalık geçirmek gibi durumlar çoğu zaman “geçici” ya da “somut belgelere dayanmayan” gerekçeler olarak değerlendirilir. Mahkemeler, borçlunun gerçekten ödeme gücü olup olmadığını sorgularken, çoğu kez soyut bir “ödeyebilirdi” varsayımına dayanır. Bu da borçluyu, özellikle ekonomik dalgalanmaların yoğun olduğu toplumlarda, sürekli savunmasız bir konuma sürükler.
Erkekler için bu mekanizma yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir yıpranma yaratır. Boşanma sonrası kendini toparlamaya çalışan, yeni bir düzen kurmaya çalışan birey, her ay belirli bir tarihte ödeme yapmadığı takdirde özgürlüğünden olma riskiyle yüzleşir. Bu risk, nafakanın yüksek olduğu veya gelirle uyumsuz belirlendiği dosyalarda daha da belirgindir. Örneğin asgari ücretle çalışan bir kişinin, kendi yaşamını sürdürebilmesi için yaptığı harcamalar ile nafaka yükümlülüğü bir araya geldiğinde, kişiyi fiilen imkânsız bir konuma sürükleyebilir. Ancak sistem, bu açıdan bir esneklik veya tolerans sağlamaz; daha çok “öde ya da özgürlüğünü kaybet” mantığıyla işler.
V. “SALT BEYAN” İLE KARAR ALINDIĞI ALGISININ DOĞUŞU, 6284 UYGULAMALARI VE ERKEKLER AÇISINDAN HUKUKİ GÜVENLİK SORUNU
Aile hukukunun en tartışmalı alanlarından biri, hiç kuşkusuz 6284 sayılı Kanun çerçevesinde verilen koruyucu ve önleyici tedbir kararı uygulamalarıdır. Bu kanunun temel amacı kadına yönelik şiddeti önlemek, mağduru korumak ve şiddet riskinin bulunduğu durumlarda hızlı müdahale imkânı sağlamaktır. Ancak uygulamada ortaya çıkan gerçeklik, bu kanunun bazı mekanizmalarının erkekler üzerinde ciddi hak kayıpları ve özgürlük sınırlamaları doğurduğu yönündeki eleştirileri güçlendirmiştir.
6284 sayılı Kanun’un en belirgin özelliği, ivedi karar alma zorunluluğudur; koruma talebi geldiğinde hâkimler çoğu zaman aynı gün içinde, hatta birkaç saat içinde karar vermek durumundadır. Bu hız, kanunun amacı gereği zorunludur; çünkü gerçekten şiddet altında olan bir kişinin korunması bazen dakikalar içinde alınacak kararlara bağlıdır. Ancak bu hız, karşı tarafın (çoğunlukla erkeğin) savunma yapma imkânını ortadan kaldırmakta ve dolayısıyla birçok dosyada “kararın tek taraflı beyanla verildiği” algısını pekiştirmektedir.
Bu algının doğmasının birkaç temel sebebi vardır:
- Tedbir kararları çoğu zaman delil aranmaksızın verilir.
Kanunun mantığı gereği, şiddet iddiasının doğrudan ispatı beklenmez; olayın aciliyeti ve risk değerlendirmesi esas alınır. Bu nedenle “salt beyan” ifadesi teknik anlamda doğru olmasa da, pratikte büyük ölçüde gerçeği yansıtır; çünkü karar anında hâkim çoğu kez yalnızca başvuranın anlatımına dayanır. - Tedbir kararları geniş yetkilidir ve sonuçları ağırdır.
Bu kararlarla birlikte erkek, çoğu zaman hiçbir savunma yapamadan;
– evinden uzaklaştırılır,
– iletişim araçları üzerinden aile bireyleriyle teması yasaklanır,
– müşterek konuta yaklaşamaz,
– çalıştığı yer veya sosyal çevresi üzerinde itibar kaybı yaşar,
– çocuklarıyla görüşme imkânı fiilen ortadan kalkabilir.
Tüm bu sonuçlar, bir ceza davasının değil, yalnızca koruma tedbirinin yan ürünüdür. - Tedbir kararına aykırılık hapis yaptırımına bağlanmıştır.
6284 kapsamında verilen tedbir kararının ihlali, üç günden on güne kadar zorlama hapsine neden olur. Üstelik bu hapis, itiraz yolu kapalı olmayan ancak uygulamada sınırlı etki doğuran bir süreçtir. Dolayısıyla erkek, hiçbir ceza yargılaması yapılmadan, bir koruma tedbirine aykırılık gerekçesiyle hapis tehdidi altına girer. - Tedbir kararı verilmesi için karşı tarafın kusuru veya şiddetin gerçekleşmiş olması aranmaz.
“Şiddet tehlikesi ihtimali” dahi tedbir için yeterlidir. Bu geniş ve yoruma açık kriter, kötüye kullanıma açık bir alan yaratmaktadır.
Bu tablo, birçok erkeğin kendisini hukuki açıdan “savunmasız” ve “korumasız” hissetmesine neden olur. Tedbir kararı uygulamada çoğu kez şu anlama gelir: “Sana yönelik bir iddia var; doğru olup olmadığını sonra tartışırız; şimdilik evden çık, uzakta dur, iletişim kurma.” Böyle bir süreçte, henüz olayın gerçekliği araştırılmadan erkek hem sosyal hem ekonomik hem de ailevi anlamda ağır bir yükün altına girmiş olur.
6284’ün uygulanmasındaki bir başka önemli sorun, delil ile beyan arasındaki farkın pratikte silikleşmesidir. Kanun “delil aranmaksızın tedbir verilebilir” diyor olsa da, uygulamada delilin “hiçbir şekilde önemsenmemesi” veya “karar sonrası aşamada değerlendirilmesi” gibi durumlar ortaya çıkmaktadır. Bu da erkeklerde, “hiçbir şey ispatlamama gerek yok, beyan yeterli” düşüncesinin karşı tarafça kötüye kullanılabileceği endişesini doğurur.
Örneğin; ayrılık sürecinde yaşanan sıradan bir tartışma bile, doğru bağlamından koparılarak şiddet olarak bildirildiğinde, erkek kendisini bir anda uzaklaştırma kararının muhatabı olarak bulabilir. Bu karar, birkaç gün içinde nafaka davasına, çocukla kişisel ilişki hakkının fiilen kesilmesine, sosyal çevrede itibarsızlaşmaya ve hatta hapis tehdidine kadar giden bir zincirleme etki yaratır.
Yine birçok dosyada, kadın tarafından açılan boşanma davası ile eş zamanlı olarak 6284 tedbir talebi yapılması, bu talebin stratejik bir araç olarak kullanılabileceği endişesini artırmaktadır. Tedbir kararı, boşanma davasında kusur dağılımını etkileyebildiği için, bu mekanizmanın taraflarca “hukuki avantaj elde etme” amacıyla kullanılabildiği bir gerçektir. Dolayısıyla bu kanun, niyetinden bağımsız olarak, aile hukukunda güç dengesini dramatik şekilde kadın lehine çeviren bir sonuç doğurabilmektedir.
Erkekler açısından en yıpratıcı unsur, tedbir kararının çoğu zaman sosyal ve psikolojik sonuçlarıdır. İşyerine, ailesine, komşularına veya arkadaş çevresine yansıyan uzaklaştırma kararı, çoğu erkeğin hiçbir savunma yapmadan yaşadığı bir damgalanma süreci yaratır. Bu damga, ileride kaldırılan tedbir kararının bile temizleyemediği bir lekedir. Çünkü toplumda “uzaklaştırma kararı aldıysalar bir şey vardır” algısı güçlüdür.
6284 sayılı Kanun’un kötüye kullanıldığı iddiası yalnızca duygusal bir söylem değil, uygulamadaki pek çok örnekle somutlaşan bir gerçektir. Gerçek şiddet mağdurlarının korunması son derece önemlidir; ancak aynı kanunun kötüye kullanılması, hem erkekler üzerinde sistematik bir mağduriyet yaratmakta hem de gerçek mağdurların haklarını gölgelemektedir.
Bu nedenle 6284 sayılı Kanunun korunması, ancak uygulama mekanizmalarının güçlendirilmesi, istismarının önlenmesi, delil–beyan dengesinin daha sağlıklı kurulması ve hızlı ama adil bir prosedür oluşturulması ile mümkündür. Kanun ne kadar doğru bir amaç taşısa da, uygulamadaki dengesizlikler giderilmediği sürece erkeklerde adalet duygusu zedelenmeye devam edecektir.
VI. SONUÇ: AİLE HUKUKUNDA DENGENİN YENİDEN KURULMASI VE ADİL BİR SİSTEM İÇİN POLİTİKA ÖNERİLERİ
Türkiye’de aile hukuku, başlangıç amacına bakıldığında kadınların şiddetten korunması, ekonomik açıdan dezavantajlı tarafın desteklenmesi ve çocukların üstün yararının güvence altına alınması gibi son derece meşru hedeflere dayanan bir yapıdır. Ancak bu yapının yıllar içinde kazandığı uygulama biçimi, özellikle erkekler açısından sistematik ve derin hak kayıplarına yol açan, aile kurumunu zayıflatan, boşanma sürecini bir mücadele alanına çeviren bir sonuç yaratmıştır.
Süresiz yoksulluk nafakası, velayetin kötüye kullanılması, çocukla kişisel ilişki hakkının fiilen engellenmesi, iştirak nafakasının çatışma konusu haline gelmesi, nafaka borcundan kaynaklanan tazyik hapsi, 6284 sayılı Kanun çerçevesindeki uzaklaştırma kararları ve “salt beyanla işleyen” tedbir mekanizması; bütün bu unsurlar bir araya geldiğinde, erkeklerin boşanma sonrası hem ekonomik hem sosyal hem de hukuki anlamda ciddi bir dezavantajla karşı karşıya kaldığı inancını pekiştirmiştir.
Gerçekte bu tablo, yalnızca erkek hakları meselesi değil, aile kurumunun bütünlüğünü ve adalet duygusunu doğrudan ilgilendiren bir toplum meselesidir. Aile hukukundaki dengenin bozulması, yalnızca bir tarafı mağdur etmekle kalmaz; çocukların sağlıklı gelişimini, toplumda evlilik motivasyonunu, bireylerin adalete güven duygusunu ve devletin hukuki meşruiyet algısını da zedeler.
Bu nedenle, toplumun ve hukukun ihtiyacı, taraflardan birini avantajlı hale getiren değil, adil, öngörülebilir ve ölçülü bir aile hukuku sistemidir. Buna ulaşmak için bazı temel politika önerileri kaçınılmaz hale gelmiştir:
1. Süresiz nafaka sisteminin sonlandırılması ve evlilik süresiyle orantılı, makul süreli bir nafaka modeline geçilmesi.
Bu model, hem yükümlünün ömür boyu mali baskı altında kalmasını önleyecek hem de gerçekten desteğe ihtiyacı olan tarafı koruyacaktır. Uzun evliliklerde veya ağır hastalık, engellilik gibi özel durumlarda süre uzatılabilir; ancak bu istisnalar somut kriterlerle sınırlandırılmalıdır.
2. Nafakanın gelir düzeyiyle orantılı, objektif bir hesaplama sistemi ile belirlenmesi.
Hakim takdirinin aşırı geniş olması, öngörülemez kararlara ve adaletsizlik algısına yol açmaktadır. Nafaka belirleme kriterleri, gelire, giderlere ve yaşam standardına dayalı puanlama sistemleriyle netleştirilmelidir.
3. Çocuğu göstermeme davranışının velayetin kötüye kullanılması olarak açık biçimde tanımlanması ve hızlı bir yargılama mekanizmasının oluşturulması.
Baba–çocuk ilişkisinin kesintiye uğraması yalnızca bir ebeveyn hakkı ihlali değil, çocuğun en temel menfaatinin zarar görmesidir. Velayet değişikliği süreçleri hızlandırılmalı; çocukla ilişkiyi engelleyen tarafa gerçek anlamda caydırıcı yaptırımlar uygulanmalıdır.
4. Ebeveyn yabancılaştırma (PAS) iddialarının bilimsel kriterlerle değerlendirilmesi ve bu konuda ihtisaslaşmış bilirkişi sisteminin kurulması.
PAS’ın ispatı güç olduğu için yıllarca süren mağduriyetler yaşanmaktadır. Bu alanın uzmanlaşmış, standartlaştırılmış bir psikolojik değerlendirme sistemiyle desteklenmesi şarttır.
5. Tazyik hapsi sisteminin yeniden düzenlenmesi; özgürlük hakkına müdahalenin son çare olarak kullanılması.
Nafaka borcundan dolayı hapse giren erkekler, borcu ödemeyi daha da imkânsız hale getiren bir kısır döngüye mahkûm edilmektedir. Borçlunun mali durumu objektif biçimde araştırılmalı ve gerçek ödeme gücü olmayan kişiler için alternatif yükümlülükler getirilmelidir.
6. 6284 sayılı Kanun’un koruma amacı korunmalı; ancak kötüye kullanım ihtimali azaltılmalıdır.
Tedbir kararlarının “salt beyana dayanıyormuş gibi” algılanmasına yol açan uygulama farklılıkları giderilmeli; risk değerlendirmesi ve delil değerlendirmesi mekanizmaları güçlendirilmelidir. Uzaklaştırma kararlarının uzun süreli hale gelmesi önlenmeli; kısa süreli ve kontrollü bir sistem kurulmalıdır.
7. Erkek hakları perspektifi hukuk literatürüne ve politika üretim süreçlerine dahil edilmelidir.
Bugüne kadar aile hukuku alanındaki birçok düzenleme, kadın odaklı koruma politikasının doğal uzantısı olarak oluşmuştur. Bu politikanın geri alınması gerekmese de, erkeklerin yaşadığı yapısal mağduriyetlerin görünür hale getirilmesi, siyaset ve hukuk tarafından dikkate alınması şarttır.
8. Aile hukukunda “karşı tarafı cezalandırmaya yönelik” başvuru ve süreçlerin sınırlandırılması gerektiği açıkça belirtilmelidir.
Boşanma sürecinin hukuki bir uyuşmazlıktan çıkıp sosyal bir savaş alanına dönüşmesi engellenmelidir. Aile hukuku, tarafların duygusal hesaplaşmalarını değil, çocukların ve bireylerin geleceğini düzenleyen bir sistem olarak çalışmalıdır.


