GİRİŞ

İsrail’in Filistin topraklarındaki askeri işgali ve Gazze’de devam eden operasyonlarına ilişkin soykırım iddialarının uluslararası hukuk bakımından sonuçları, hesap verebilirlik mekanizmaları ve yargı süreçleri çok boyutlu tartışmalara konu olmaktadır. Bu tartışmalar, tarafların hak ve iddiaları açısından kaçınılmaz olarak subjektif değerlendirmeler de içermektedir. Bununla birlikte, Filistin’in uluslararası hukukta devlet statüsüne sahip olduğu, ancak iç egemenlik yetkisinin Oslo Anlaşmaları ve süregelen işgal rejimi nedeniyle önemli ölçüde sınırlandığı görülmektedir. İsrail ise işgalci güç sıfatıyla uluslararası insancıl hukuktan doğan geniş kapsamlı yükümlülükler altındadır. Ne var ki, sivillerin korunması, mülklerin tahribi ve yerleşim politikaları bağlamında bu yükümlülüklerin ihlal edildiğine dair ciddi iddialar bulunmaktadır.

Soykırım suçu, özellikle “grubu kısmen veya tamamen yok etme kastının” ispatına dayalı, yüksek kanıt standardı gerektiren karmaşık bir suç tipidir. Ancak Güney Afrika’nın 2023 yılında Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) yaptığı başvuru, Divan’ın verdiği ihtiyati tedbir kararlarıyla davanın hukuken “makul” bir temele dayandığını göstermiştir. Bu karar, İsrail üzerinde diplomatik ve hukuki baskıyı artırmış; Türkiye dâhil birçok devletin davaya müdahillik talebinde bulunmasının önünü açmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’ndaki büyük Yahudi soykırımı (der Holocaust) süreci, İsrail Devleti’nin kuruluşunda belirleyici bir tarihsel dayanak olarak görülmektedir. Ne var ki, bugün gelinen aşama bu tarihsel gerçeklikle bağdaşmayan ciddi bir çelişki ve anlamsızlık içermektedir.

Bireysel cezai sorumluluk bakımından, Filistin’in Roma Statüsü’ne taraf olması sayesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Filistin topraklarında meydana gelen olayları yargı yetkisine dâhil etmekte ve soruşturmalar yürütmektedir. Bu kapsamda, üst düzey İsrailli ve Hamas yetkilileri hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlendiği iddiasıyla yakalama kararlarına ilişkin süreçler yürütülmüş; başsavcılık talepleri ve mahkeme kararları kamuoyuna yansımıştır.

Genel çerçevede, bu rapor, İsrail–Filistin meselesinin uluslararası hukukun yaptırım mekanizmaları ve uygulama güçlüklerini gözler önüne seren çok katmanlı bir hukuki sınav niteliği taşıdığını ortaya koymaktadır. Hukuki süreçler yavaş ilerlese de, UAD ve UCM nezdinde alınan kararlar ve yürütülen soruşturmalar, uluslararası hukukun bu tür çatışmalarda hem devletlerin hem de bireylerin eylemlerini sorgulama ve sorumlu tutma kapasitesini teyit etmektedir.

İsrail–Filistin meselesi, yalnızca on yıllardır süregelen siyasi bir ihtilaf değil, aynı zamanda uluslararası hukukun temel prensiplerinin sürekli sınandığı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 1967’de başlayan ve günümüze kadar devam eden Filistin topraklarındaki askeri işgal ile son dönemde yoğunlaşan Gazze saldırıları, uluslararası hukukun en hassas ve tartışmalı başlıklarını gündeme taşımaktadır. Kuvvet kullanma yasağı, halkların kendi kaderini tayin hakkı ve uluslararası insancıl hukukun temel ilkeleri bu bağlamda en sık tartışılan konular arasında yer almakta; söz konusu çatışma, uluslararası hukuk düzeninin sınırlarını ve etkinliğini sorgulatan bir örnek teşkil etmektedir.

Bu çalışma, İsrail’in Filistin topraklarındaki eylemlerinin doğurduğu hukuki sonuçları ayrıntılı biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. İnceleme, konunun siyasi tartışmalardan bağımsız olarak, uluslararası hukuk normları ve mevcut mekanizmalar çerçevesinde yürütülmektedir. Bu kapsamda, raporun ilk bölümünde Filistin’in uluslararası hukukta devlet statüsü etrafındaki tartışmalar ele alınacaktır. İkinci bölümde, askeri işgal kavramı tanımlanacak; işgalci gücün sahip olduğu yükümlülükler ile bu yükümlülüklere aykırılık iddiaları ve yerleşim politikalarının hukuki boyutları değerlendirilecektir. Üçüncü bölüm, soykırım suçunun unsurlarına ayrılacak; bu suçun savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ayırt edici yönleri ortaya konulacaktır. Ardından, devletlerin sorumluluğunu konu alan UAD süreci ile bireylerin cezai sorumluluğunu araştıran UCM soruşturmaları kapsamlı şekilde incelenecektir. Çalışmanın son bölümünde ise, tazminat, yaptırımlar ve diğer olası hukuki sonuçlar ele alınarak geleceğe ilişkin öngörüler sunulacaktır.


Bölüm I: Filistin’in Uluslararası Hukukta Devlet Statüsü

Filistin’in uluslararası hukuk bakımından devlet olarak nitelendirilmesi, İsrail’in eylemlerinin hukuki değerlendirilmesinde başlangıç noktası teşkil etmektedir. Devletin varlığına ilişkin ölçütler, 1933 tarihli Montevideo Sözleşmesi’nde kalıcı nüfus, belirli bir ülke, etkin bir hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi olmak üzere dört unsurla tanımlanmıştır. Filistin, 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından temsil edilen nüfusuyla “insan unsuru” kriterini karşılamış; 1974 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarıyla FKÖ’nün Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi olarak tanınması bu unsuru hukuken pekiştirmiştir.

1988 tarihli bağımsızlık ilanı, BM Genel Kurulu’nun 43/177 (1988) sayılı kararıyla teyit edilmiş; 2012 yılında BM Genel Kurulu tarafından “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü tanınması ise Filistin’in uluslararası toplum nezdinde devlet olarak muamele gördüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca yalnızca devletlerin taraf olabileceği uluslararası andlaşmalara, özellikle Roma Statüsü’ne katılımı, Filistin’in dış egemenlik unsurunu ve uluslararası ilişkiler kurabilme kapasitesini hukuken teyit etmektedir.

Bununla birlikte, Filistin’in devlet statüsü iç egemenlik yönünden ciddi sınırlamalara tabidir. Oslo Anlaşmaları ve devam eden işgal rejimi nedeniyle Filistin, kendi sınırları üzerinde fiili ve hukuki kontrol yetkisinden mahrum bırakılmıştır. Sınırların idaresi, güvenlik mekanizmaları ve savunma kapasitesinin İsrail’in tasarrufunda olması, Filistin topraklarında ikili bir hukuk düzeninin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Ayrıca mali egemenlik bağlamında, vergi gelirlerinin İsrail tarafından toplanması ve Filistin ekonomisinin İsrail’e bağımlı hale gelmesi, iç egemenliğin etkin kullanımını zedelemektedir.

Bu durum, uluslararası hukukun temel ilkeleri bakımından bir çelişki doğurmaktadır. Zira uluslararası insancıl hukuk, askeri işgalin geçici mahiyette olmasını öngörmektedir. Ancak İsrail’in uzun süredir devam eden fiili kontrolü, çeşitli ikili düzenlemelerle kurumsallaştırılmış ve işgalin geçiciliği ilkesini fiilen ortadan kaldırmıştır. Filistin yönetiminin Batı Şeria ve Gazze’deki siyasi parçalanmışlığı da bu zayıflığı daha görünür hâle getirmiştir. İsrail, bu fiili durumdan hareketle, Filistin’in kendi kendini yönetme kapasitesinin bulunmadığını ileri sürmekte ve işgalin devamını meşrulaştırma yönünde argüman geliştirmektedir.


Bölüm II: Askeri İşgal ve Uluslararası İnsancıl Hukuk

Askeri işgal hukukunun temel amacı, işgal altındaki halkın korunması ve işgalin geçici bir durum olarak kalmasının sağlanmasıdır. Bu bağlamda, işgalci güçlere yönelik yükümlülükler uluslararası belgelerde ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir.

Her şeyden önce, Hague 1907 Kara Savaşları Yönetmeliği (Hague Regulations) md. 42–56, işgalci gücün halkın ve malların korunmasına ilişkin yükümlülüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu düzenlemeler, işgal altındaki bölgelerde yaşayan sivillerin yaşam hakkının, fiziksel bütünlüğünün ve malvarlığının güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. İşgalci güç, işgal ettiği topraklarda yalnızca askeri kontrol sahibi değildir; aynı zamanda o bölgede yaşayan insanların temel güvenliğini temin etmekle sorumludur.

1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi (GC IV) md. 55, işgalci gücün işgal altındaki halka yeterli gıda ve tıbbi malzeme sağlama yükümlülüğünü getirir. Bu imkânın bulunmadığı hâllerde, işgalci güç, insani yardım teşebbüslerini kabul etmek ve kolaylaştırmakla yükümlüdür (GC IV md. 59). Bu yükümlülüklerin ihlali, yalnızca insancıl hukuk bakımından değil, aynı zamanda insan hakları hukuku bakımından da ağır sorumluluk doğurabilir.

GC IV md. 49/6, işgalci gücün kendi sivil nüfusunu işgal altındaki topraklara nakletmesini açıkça yasaklar. Bu düzenleme, işgal altındaki bölgelerin demografik yapısının değiştirilmesini önlemeyi amaçlamakta ve yerleşim politikalarının hukuki temelini doğrudan ortadan kaldırmaktadır. İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te sürdürdüğü yerleşim faaliyetleri, BM Güvenlik Konseyi 2334 (2016) sayılı kararında da yasadışı olarak nitelendirilmiştir.

GC IV md. 51, işgal altındaki halkın zorla çalıştırılmasını kesin olarak yasaklar; işgalci güç, yerel halkı kendi askeri operasyonları veya ekonomik çıkarları için kullanamaz. GC IV md. 31 ve 32, sivillere yönelik zorla bilgi alma yöntemlerini, işkenceyi, bedensel cezaları ve tıbbi/deneysel işlemleri yasaklar.

Dini özgürlükler de işgal hukuku kapsamında özel koruma altındadır. Hague md. 56, dine, hayra ve eğitime adanmış kurumların mallarının özel mülkiyet gibi korunacağını öngörürken; GC IV md. 27, işgal altındaki kişilerin dinî inanç ve uygulamalarına saygı yükümlülüğünü getirir.

Son olarak, GC IV md. 28, sivillerin askeri kalkan olarak kullanılmasını yasaklar. İşgalci güç, askeri operasyonlarını yürütürken sivilleri korumasız bırakmak veya onları askeri hedeflerin önüne sürmek suretiyle çatışmalara dâhil edemez. Bu yasak, insancıl hukukun sivillerin çatışmalardan korunması yönündeki temel ilkesinin somut bir yansımasıdır.

Bütün bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde, işgalci güç yalnızca fiili kontrol sağlayan bir askeri otorite değil, aynı zamanda işgal altındaki halkın temel haklarını korumakla yükümlü bir idareci konumundadır. İsrail’in bu yükümlülükleri ihlali, devlet düzeyinde uluslararası sorumluluk doğurmakta; bireyler açısından ise savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kapsamında cezai sorumluluk doğurabilecek niteliktedir.

Bu bağlamda, Filistin direniş örgütlerinin, özellikle de Hamas’ın konumunun uluslararası hukuk perspektifinden ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Zira Birleşmiş Milletler kararlarıyla güvence altına alınan halkların kendi kaderini tayin hakkı, işgal altındaki toplumlara özgürlüklerini elde etmek için mücadele etme meşruiyeti tanımaktadır. UAD’nin Namibya, Batı Sahra ve Filistin’e ilişkin görüşleri, işgalin süreklilik kazanması hâlinde halkların silahlı direniş dâhil olmak üzere farklı mücadele yöntemlerine başvurabileceğini teyit etmektedir.

Hamas’ın eylemleri, bu açıdan salt “terör” tanımı üzerinden değil, işgalci güce karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi bağlamında okunabilir. 1960’lardan itibaren BM Genel Kurulu kararlarında da, sömürgecilik ve yabancı işgal altında bulunan halkların silahlı mücadele dâhil tüm yollarla özgürlüklerini savunma hakkı meşru görülmüştür. Bununla birlikte, uluslararası insancıl hukuk, bu tür direniş hareketlerini de sivillere yönelik saldırılardan imtina etmeye zorunlu kılar; sivillere yönelik saldırılar ve rehin alma gibi fiiller, her hâlükârda yasaktır.


Bölüm III: Soykırım Suçu ve Hukuki Unsurları

Soykırım, uluslararası hukukta “insanlığın düşmanı” ( hostis humani generis ) olarak nitelendirilen, en ağır uluslararası suçlardan biridir. 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ve UCM Roma Statüsü’nün 6. maddesi, bu suçun yasal tanımını yapmaktadır. Tanıma göre soykırım, ulusal, etnik, ırksal veya dini bir grubu tamamen veya kısmen yok etme niyetiyle işlenen belirli eylemleri kapsamaktadır. Bu eylemler arasında grup üyelerini öldürmek, ciddi bedensel veya zihinsel zarar vermek, grubun fiziksel varlığını tamamen veya kısmen ortadan kaldıracak yaşam koşullarına maruz bırakmak, doğumları engellemek ve çocukları zorla başka bir gruba nakletmek yer almaktadır.

Bu yasal tanımın en kritik unsuru, özel kasıt (dolus specialis) olarak adlandırılan, faillerin eylemlerini belirli bir grubu yok etme niyetiyle gerçekleştirmesidir. Bu özel niyetin varlığı, soykırım suçunu, diğer ağır uluslararası suçlardan, yani savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ayırmaktadır. Savaş suçları, silahlı çatışma sırasında insancıl hukukun ihlali (örneğin, sivilleri hedef alma veya hastaneleri bombalama); insanlığa karşı suçlar ise sivil halka karşı sistematik ve yaygın saldırılar (örneğin, kasten öldürme veya işkence) olarak tanımlanır. Bir eylemin savaş suçu veya insanlığa karşı suç olarak kabul edilmesi için yok etme kastı aranmaz; oysa soykırım için bu kasıt, suçun olmazsa olmaz unsurudur.

Bu fark, bir dava sürecinde soykırım iddialarının hukuki ispatını son derece zorlu hâle getirmektedir. Uluslararası hukukta bu suçun ispatı, yalnızca eylemlerin yıkıcılığını değil, aynı zamanda faillerin subjektif niyetini, yani mens rea’yı (suç kastını) ortaya koymayı gerektirir.

Gazze’de yaşanan insani felaketin boyutu ve niteliği, uluslararası ceza hukuku bakımından özellikle savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kapsamında değerlendirilmesine imkân tanıyacak düzeyde güçlü kanıtlar ortaya koymaktadır. Sivillere yönelik yoğun kayıplar, kritik altyapının sistematik biçimde hedef alınması, sağlık hizmetlerinin felce uğratılması ve gıdaya erişimin engellenmesi gibi olgular, uluslararası insancıl hukuk tarafından açıkça yasaklanan fiillerdir. Bu tür eylemler, actus reus bakımından savaş suçlarının tipik unsurlarını karşılamakta, aynı zamanda sivillere yönelik yaygın ve sistematik saldırılar olarak insanlığa karşı suç kapsamında da değerlendirilebilmektedir.

Bununla birlikte, söz konusu eylemleri soykırım suçu kapsamında nitelendirmek, çok daha yüksek bir ispat standardını gerektirmektedir. Zira soykırım, yalnızca ağır fiillerin varlığını değil, aynı zamanda failin belirli bir grubu kısmen veya tamamen yok etme kastını (dolus specialis) ispat etmeyi zorunlu kılar. Bu çerçevede, İsrailli karar alıcıların eylemlerinin, Filistin halkını bir grup olarak yok etme amacı taşıdığına dair somut, doğrudan ve ikna edici delillerin ortaya konulması gerekmektedir. Söz konusu deliller; üst düzey politika belgeleri, resmî yazışmalar, emir-komuta zincirine yansıyan açık talimatlar veya siyasi söylemlerle desteklenen kurumsal uygulamalar şeklinde olabilir.

UAD’nin Güney Afrika başvurusu üzerine verdiği ihtiyati tedbir kararı, bu bağlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Divan, ileri sürülen iddiaların tamamen temelsiz olmadığını, aksine “makul bir dayanağa” sahip olduğunu kabul etmiştir. Ancak bu karar, esasa ilişkin bir hüküm niteliği taşımamakta; yalnızca yargılama sürecinde, soykırım kastının varlığının tartışılabilir olduğu yönünde geçici bir tespit içermektedir. Dolayısıyla, davanın esasına ilişkin yargılama süreci, büyük ölçüde bu özel kastın ispatı etrafında şekillenecektir. Nihai karar için yalnızca eylemlerin ağırlığı değil, bu eylemlerin arkasındaki niyetin açık ve kesin delillerle ortaya konulması gerekecektir.


Bölüm IV: Devletlerin Hukuki Sorumluluğu – UAD Süreci

Devletlerin uluslararası hukuk ihlallerinden doğan sorumluluğu, UAD’nin en önemli yetki alanlarından birini oluşturmaktadır. UAD, bir ceza mahkemesi olmayıp, Birleşmiş Milletler’in ana yargı organı sıfatıyla yalnızca devletler arasındaki hukuki uyuşmazlıkları çözmekte ve uluslararası yükümlülüklerin ihlali hâlinde devlet sorumluluğunu tespit etmektedir. Bu çerçevede, soykırım iddiaları doğrudan devletlerin yükümlülüklerine bağlandığında, UAD’nin yargı yetkisi devreye girer.

Aralık 2023’te Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail’in Gazze’de Filistin halkına yönelik eylemlerinin 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülükleri ihlal ettiği gerekçesiyle İsrail aleyhine UAD’ye başvurmuştur. Güney Afrika, davanın esası karara bağlanmadan önce, Sözleşme’den kaynaklanan yükümlülüklerin ağır ihlallerinin devam ettiğini ileri sürerek, Divan’dan ihtiyati tedbirler alınmasını talep etmiştir.

Ocak 2024’te UAD, bu başvuru üzerine İsrail’in Gazze halkına yönelik soykırımı önlemek için tüm tedbirleri almakla yükümlü olduğuna hükmetmiştir. Karar, doğrudan bir ateşkes emri içermemekle birlikte, İsrail’in Gazze’deki sivillere yönelik öldürme, saldırı ve yıkım eylemlerinden kaçınması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu yönüyle karar, hem hukuki hem de siyasi açıdan büyük yankı uyandırmış; Güney Afrika tarafından “uluslararası hukuk açısından tarihi bir zafer” olarak nitelendirilmiştir.

UAD’nin ihtiyati tedbir kararı, hukuki süreçler ile uluslararası siyasetin birbirine nasıl eklemlendiğini somut biçimde göstermektedir. Mahkeme, Güney Afrika’nın sunduğu delillerin davanın temelsiz olmadığını, aksine “makul bir dayanağa” sahip bulunduğunu kabul ederek, soykırım iddialarını uluslararası hukuk düzeyinde meşru bir tartışma alanına taşımıştır. Nitekim BM üyesi devletler, BM Şartı gereğince aynı zamanda UAD Statüsü’ne de taraf olduklarından, Statü’nün 63. maddesi uyarınca bir sözleşmenin yorumlanmasının söz konusu olduğu davalarda müdahil olma hakkına sahiptir. Bu hukuki zemine dayanarak Türkiye, Nikaragua, Kolombiya, Libya, Meksika ve İspanya gibi birçok devlet davaya müdahillik başvurusunda bulunmuştur.


Bölüm V: Bireylerin Hukuki Sorumluluğu – UCM Soruşturması

UCM, bireylerin işlediği en ağır uluslararası suçlar –soykırım, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve saldırı suçu– üzerinde yargı yetkisine sahiptir. Devlet başkanları, bakanlar ve askeri komutanlar dâhil olmak üzere bireyler, UCM önünde doğrudan cezai sorumluluk taşırlar; Mahkeme’nin yaptırımları hapis cezası, para cezası, malvarlığının müsaderesi ve mağdurlara tazminatı kapsar.

Filistin bağlamında UCM’nin yargı yetkisi özel bir önem taşımaktadır. Filistin Devleti’nin 2015 yılında Roma Statüsü’ne taraf olması, Mahkeme’ye işgal altındaki topraklarda –Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze dâhil– işlenen fiiller üzerinde yargı yetkisi tanımıştır. İsrail, Statü’ye taraf olmamakta ve UCM’nin yetkisini reddetmektedir. Bununla birlikte UCM Ön Yargılama Dairesi, 2021 yılında verdiği kararla Filistin’in taraf devlet sıfatını teyit etmiş ve işgal altındaki bölgelerde işlenen suçların UCM’nin yargı yetkisine tabi olduğunu açıklamıştır.

7 Ekim 2023 sonrası olaylarla birlikte UCM Başsavcısı soruşturmanın kapsamını genişletmiş, özellikle sivillere yönelik kasıtlı saldırılar ve sivillerin aç bırakılması gibi fiillere odaklanmıştır. 20 Mayıs 2024’te Başsavcı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve dönemin Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle yakalama kararı çıkarılmasını talep etmiştir. 2024 yılı içerisinde, hem İsrailli üst düzey yetkililer hem de Hamas’ın askeri kanadının üst düzey bir komutanına ilişkin yakalama kararları ve başsavcılık talepleri süreci kamuoyuna yansımıştır.

Bu çerçevede UAD ile UCM’nin işlevleri birbirini tamamlar: UAD, devletlerin uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini ihlal edip etmediğini incelerken; UCM, bu ihlallerin faili olan bireylerin cezai sorumluluğunu araştırır. Böylece devlet düzeyinde kolektif sorumluluk ile birey düzeyinde cezai sorumluluk yan yana işler.


Bölüm VI: Diğer Hukuki Sonuçlar ve Hesap Verebilirlik Mekanizmaları

Uluslararası yargı süreçlerinin ötesinde, İsrail’in eylemlerinin doğurduğu hukuki sonuçlar ve hesap verebilirlik mekanizmaları farklı uluslararası platformlarda da gündeme gelmektedir. BM Genel Kurulu, her ne kadar aldığı kararlar hukuken bağlayıcı olmasa da, uluslararası toplumun genel eğilimini ve normatif beklentilerini yansıtan siyasi belgeler niteliğindedir. Genel Kurul, birçok kararla Filistin’in BM’ye tam üyelik statüsünün yeniden değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiş, İsrail’den işgal altındaki topraklardan çekilmesi çağrısında bulunmuştur. Bu kararlar, bağlayıcı olmamakla birlikte, uluslararası hukuka uyulması yönünde diplomatik ve siyasi baskı aracı işlevi görmektedir.

Buna paralel olarak, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) ve diğer insan hakları mekanizmalarının hazırladığı raporlar da uluslararası hukukun uygulanmasında kritik önem taşımaktadır. OHCHR raporları, özellikle İsrail’in gözaltında tuttuğu Filistinlilere yönelik işkence, kötü muamele, keyfi gözaltı ve insancıl hukukun diğer ihlallerine dair güçlü kanıtlar sunmaktadır. Bu tür belgeler, hem uluslararası kamuoyunun bilgilendirilmesine hem de UAD ve UCM gibi yargı organlarının incelemelerine dayanak teşkil etmektedir.

Uluslararası sorumluluk hukuku açısından, bir devletin uluslararası bir haksız fiil işlemesi durumunda doğan en temel yükümlülüklerden biri zararın giderilmesidir. Tazminat, bu zararların telafisi için öngörülmüş başlıca araçtır. Örneğin, Mavi Marmara davasında olduğu gibi, yerel mahkemeler de devletlerarası uyuşmazlıklarda bireysel mağdurlar için tazminat talebinin önünü açabilmektedir. Ancak Filistinlilerin uğradığı kitlesel kayıplar, mülkiyetin yıkımı ve yaşam hakkı ihlalleri bakımından uluslararası düzeyde etkin ve işler bir tazminat mekanizmasının bulunmadığı açıktır. UAD gibi mahkemeler sorumluluğu tespit etse bile, bu kararların uygulanması çoğunlukla davalı devletin işbirliğine bağlıdır. İsrail’in, UCM’nin yargı yetkisini tanımadığı gibi, UAD kararlarının icrasına da siyasi ve hukuki engeller çıkarabileceği dikkate alındığında, tazminatın pratikte tahsili güçleşmektedir.

Bunun yanı sıra, uluslararası yaptırımlar da hukukun uygulanabilirliğini sağlamak için önemli bir araç olarak gündeme gelmektedir. Uluslararası sivil toplum kuruluşları ve insan hakları hukukçuları, İsrail’e karşı uygulanabilecek yaptırımların hukuki dayanağını 1948 Soykırım Sözleşmesi ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri hükümleri ile açıklamaktadır. Yaptırımlar diplomatik (siyasi ilişkilerin askıya alınması), ekonomik (ticaret kısıtlamaları, finansal ambargolar) veya askeri (silah satışlarının yasaklanması) boyutlarda olabilir. Bu tür önlemler, uluslararası toplumun kolektif olarak hukuka aykırı eylemleri sona erdirmesi ve ilgili devleti uluslararası yükümlülüklerine riayet etmeye zorlaması açısından önemli bir baskı mekanizmasıdır.


Sonuç

İsrail’in Filistin topraklarındaki askeri işgali ve Gazze’deki eylemleri, uluslararası hukukun temel ilkelerini ve hesap verebilirlik mekanizmalarını ciddi biçimde sınayan bir örnek teşkil etmektedir. Filistin’in tartışmalı devlet statüsü, işgal hukukunun kapsamı, soykırım suçlamalarının ispatı ve bireysel cezai sorumluluk süreçleri, çok katmanlı bir hukuki analizi gerekli kılmaktadır.

Raporun bulguları, İsrail’in işgalci güç sıfatıyla uluslararası insancıl hukuktan doğan yükümlülüklerini sistematik biçimde ihlal ettiğine dair güçlü iddialar bulunduğunu göstermektedir. Özellikle yerleşim politikaları, GC IV md. 49/6’ya açıkça aykırıdır ve BMGK 2334 (2016) sayılı kararla da yasadışı olarak nitelendirilmiştir. Soykırım suçlamaları açısından, yüksek ispat standardı nedeniyle nihai bir hüküm verilmemiş olsa da, UAD’nin ihtiyati tedbir kararları bu iddiaların hukuken “makul bir dayanağı” bulunduğunu teyit etmiştir. Bu gelişme, İsrail üzerindeki diplomatik baskıyı artırmış ve uluslararası toplumda hukuki meşruiyet zemini oluşturmuştur.

Eş zamanlı olarak, UCM nezdindeki bireysel sorumluluk süreçleri, üst düzey siyasi ve askeri karar alıcıları doğrudan hedef almak suretiyle hesap verebilirliği devlet düzeyinden birey düzeyine taşımaktadır. Bu ikili mekanizma, yani devlet sorumluluğunun UAD üzerinden, bireysel sorumluluğun ise UCM üzerinden yürütülmesi, uluslararası hukukta hesap verebilirlik mekanizmalarının tamamlayıcı niteliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Her ne kadar hukuki süreçler yavaş ilerleyen ve büyük ölçüde siyasi iradeden etkilenen mekanizmalar olsa da, devam eden yargılamalar uluslararası hukukun işlevselliğini ve devletlerin fiillerinden sorumlu tutulabileceğini göstermektedir. Bu gelişmeler, gelecekteki uluslararası çatışmalarda hukukun rolüne ilişkin önemli emsaller oluşturabilecek niteliktedir.

Sonuç olarak, UAD’nin ihtiyati tedbir kararlarının uygulanması için uluslararası toplumun sürekli diplomatik baskı uygulaması büyük önem taşımaktadır. UCM’nin yürüttüğü soruşturmaların ve olası yargılamaların delil toplanması ve bilgi paylaşımı yoluyla desteklenmesi, bireysel hesap verebilirliğin sağlanmasında kritik bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin ve diğer devletlerin davaya müdahillik başvurularının sürdürülmesi, uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve kolektif sorumluluk bilincinin pekiştirilmesi açısından değerli bir diplomatik araçtır. Ayrıca, hukuki süreçlerin yavaşlığı dikkate alındığında, bunları tamamlayıcı nitelikte ekonomik ve siyasi yaptırımların gündeme getirilmesi, uluslararası hukuka uygun davranışın teşvik edilmesi bakımından güçlü bir baskı mekanizması olarak öne çıkmaktadır.